21 Aralık 2012 Cuma

Kıyamet ve Bok Böcekleri

Mayaların öngörüsüyle 21 Aralık'ta kıyametin kopacağına inananlara, sonra da kopmadı diye sevinenlere çok güldüm. Bu çılgın insanların çılgın dünyasında yaşamayı çok isterdim; ama çoğumuzun yaşadığı gerçek dünyada kıyamet çoktan kopmuştu. Hem de bir kez değil bir çok kez..

Gazetelerden, medyadan aktarıldığı kadar takip ettiğimiz, bazılarında tahminen gerçeğin küçük bir kısmı yayınlanmış olmasına rağmen tüylerimizin diken diken olduğu, kanın beynimize sıçradığı, yok artık bunu da yapmazlar/yapamazlar dediğimiz her şeyin olduğu günler aslında birer kıyamet değil miydi?

Yıllarca devletin ve milletin bütünlüğüne hizmet etmiş koskoca Paşa'nın bir teröristin gizli tanıklığıyla hapsedildiği gün..

Devletin mallarının hatta yollarının satılmasının bitip Ata'mızın Türk Milletine armağan ettiği çiftlik evinin Araplara satıldığı gün..

Gençlerin dinci-tinerci diye ayrıldığı gün..

Emeklerimizin, evlatlarımızın istikbalinin çalındığı her gün..

Tecavüz mağdurlarına sen doğur, devlet bakar dendiği gün..

Şiddet görüp, tehdit edilip devlete sığınan kadınları korumak adına hiç bir şey yapılmadığı için öldürüldükleri gün..

Milli bayramların kutlanmasının bile krize neden olduğu gün..

Sırf dediklerine, düşündüklerine tahammül edilemediği için öğrencilerin dayak yediği, gaza boğulduğu hatta hapsedildiği gün..

Hurafelerin bilimin önüne geçtiği gün..

Şehit verdiğimiz her gün..

aslında birer kıyamet değil mi?

Mağdurun, ülkesini sevenin, düşünenin, cehennemi yaşadığı bu kıyametlere sebep olanlar, yaptıklarının karşılıklarını kısa vadede bulur mu bilemiyorum pek de sanmıyorum; ama ben de karma yasasına göre kendilerine bir dahaki hayatlarında bok böceği olarak başarılar diliyorum.. :)

4 Aralık 2012 Salı

"Kumacık"

Sevgili dostlar,
Bu yazımda size hayatımın son dönemde bazı açılardan ne kadar zorlaştığını anlatacağım. Birebir bacak kadar boyu olan (86 cm) bir zatı muhterem, artık babasına karşı beni tam bir rakip olarak görüyor. 

Evde sürekli "benim babaaaamm" lafı var . Tamam senin baban ama benim de kocam diyorum; buna karşın aldığım cevap daha bir yüksek sesle: "BENİMMMM!" Hatta bir kez "benim kocaammmm" bile dedi. 

Replikler sadece sahiplenme ile kısıtlı değil. Bir de emir kipleri var: "Anne sen sus!" "Anne sen oynama!" "Baba giydirsin!" "Baba yapsın!" "Giiiiitttt"  

Ayrıca, söylemlerinden de anlaşılacağı üzere bana karşı biraz aksi ve tembel olan bu kişi babasına karşı dünyanın en kibar ve hamarat insanı. Daha o sormadan babasına "Baba terlik getireyim" deyip topukları poposuna değe değe koşup terlik, telefon, iPad götürmeler. 

Anlattıklarımdan bütün gün hırgür halinde olduğumuz kanısına varmayın. Ara sıra duygusallaşıp bana "Seni çok seviyorum!" diyor ama hemen ardından "Babayı çok seviyorum" diyor. Satır aralarını okursak: "Seni çok seviyorum evet ama babayı da çok seviyorum ve onu ancak ben sevebilirim!"  

Tabi "rating"i bu kadar yükselen kocam da bu durumdan çoğu zaman son derece memnun. Hatta evdeki haremvari bu çekişme yüzünden kendisine Muhteşem Sülüman'a has bir mağrurluk ve mutluluk geldi. Ben ise Mahidevran Sultan'ın çaresizliği ve hırsıyla köşemde oturur oldum. 

Bütün gün emek ver.. İşi gücü bırak oyna.. Saatlerce ufakcık sandalyede hatır için otur; popo cürüt hiç birinin kıymeti yokmuş. Hep kuma muamelesi hep kuma muamelesi.. Ayıptır söylemesi değil kocamın yanağına ufacık bir öpücük koymak, yanında bile oturamaz oldum. Kıskanç hatun geliyor, aramıza oturuyor hemen. Bir yandan da düşünüyorum: Düşman başına; ama gerçekten kuma gelse daha mı iyiydi. Hiç olmazsa sürekli hizmetçi muamalesi görmezdim. Hatta hiyerarşik bir durum oluyorsa ben daha kıdemli olurdum ve daha bir geçim olurdu sanki...

Şimdi bu yazıyı kıs kıs gülüp okuyorsanız ve ufak bir bebeğiniz varsa, aslında ağlanacak halinize gülüyor da olabilirsiniz; zira değerli doktorumuzun da dediği üzere bu durum bize has değil. Kız çocukları 2-5 yaş arası babalarını güç, güven simgesi ve cinsel bir obje olarak görüyorlar. Davranışların ve rekabetin sebebi de bu. Erkek çocuklar için de farklı nedenlerden anneleri daha bir ön plana çıkıyor. Yani siz bir anneyseniz ve kızınız varsa ya da babaysanız ve oğlunuz varsa başınıza gelebileceklerden haberiniz olsun. Diğer durumlarda sultanlığınızı ilan edebilirsiniz!!

14 Kasım 2012 Çarşamba

Anne Olunca Anlarsın!

"Ben sana demiştim" ve "Anne olunca anlarsın" karşı tarafa hiç söz hakkı tanımayan ve en ufak bir teselli kırıntısı bulunmayan iki sinir bozucu cümledir. İlkini ara sıra duysam da ikincisini duymayalı uzun zaman olmuştu ki; geçen gün bir yazıya denk geldim. Yazının başlığı "Anne Olmasaydın Anlardın!"

Yazıda çocuğuyla kendini bir tutup çocuğu adına çoğul konuşan, birbirlerini rakip görüp en organik anne benim tadında takılan ve şımarık çocuklarını "indigo canım bizimki ondan" diye lanse eden mutsuz ve anlaşılamayan annelerden ve bu durumdan müzdarip olan çocuksuz kadınlardan bahsedilmiş. 

Bu güzel ama bir o kadar da abartılı yazıyı okuduktan sonra şöyle bir dönüp kendime baktım. Kısa bir özeleştiriden sonra anladım ki tasvir edilen tiplemelerden çok uzağım. Aslında bir zamanlar anne olmayan ve zaten bahsedilen noktadan geçmiş biri olarak ne denmek istendiğini çok iyi anladım; fakat bu abartılı anneler, insana çocuk sahibi olduktan sonra da sinir bozucu gelebiliyor. 

Hatta kendi açımdan düşündüğümde sosyal paylaşım sitelerindeki bazı anne gruplarını terk etme sebebim de bu "organik annelerin" tavırlarıydı. Yani anlamak için "anne olmamak" gerekmiyor.

Bir yanda da, bu çılgın annelerin çılgınlıklarını hariç tutarak söylüyorum: Her ne kadar kulağa itici gelse de bazı şeyleri insan, gerçekten de anne olunca daha iyi anlıyor. Kastettiğim sabırlı olmayı öğrenmek, birisi hakkında anlamsızca endişelenmek, çılgınca fedakarlıklarda bulunmak değil. Delicesine aşık olmak ya da çok hasta birine bakmak da aynı duygulara sebep olabilir. 

Kalbinin derinliklerinde geçmeyen bir sızı ve endişe hali; dünyanın diğer köşesinde bile olsa okunan kötü bir haberde ilk evladının aklına gelmesi; ağlayan bir anne görünce hüzünlenmek veya ağlamak; gururlu bir annenin gururunu yaşamak birbirinin halinden anlayan annelerin ortak dili olsa gerek. Yoksa, Kung Fu Panda gibi aslında oldukça eğlenceli bir çizgifilmi izlerken bile annesinin Po'yu terketmek zorunda kaldığı sahnede hüzünlenip; gözlerinin dolması kadar çılgınca birşey olamaz değil mi?

Belki de bu söz, sadece bir azar ya da bir karar mekanizmasının savunması olmaktan ziyade; "anne olunca benim ne hissettiğimi ve aslında bazen neden böyle saçmasapan davrandığımı anlarsın" olarak söylense karşı taraf için çok daha anlamlı olur.

9 Ekim 2012 Salı

İki Yaş Bebesiyle Hayatta Kalma Kılavuzu

Sıcak bir temmuz günüydü..

"Öğle uykusuna yatmadan evvel biraz oyuncaklarımızı toplayalım mı?" dedim Duru'ya.. O da "Hayıy!" dedi.. Çocuğum çok uyumlu ve annesini daima memnun etmeye programlı olduğundan önce anlamadım. Tekrar sordum, tekrar hayıy!!

Ve o anda anladım ki; anneyi memnun etme programının çipleri yanmış, yerine anneyi çıldırtma çipleri takılmıştı..  İki yaş krizi (terrible two) kapıdaydı..

Derin bir nefes aldım ve ruhumu başıma gelebileceklere hazırlamaya çalıştım ve 24. ayımıza çeyrek kala başlayan acı deneyimlerimden bu kılavuzu oluşturdum. Önümüzdeki aylarda kılavuzun ve kafayı yemiş annenin bir üst versiyonu çıkar sanıyorum. Her ne kadar yaşanmışlıklarımızın neticesi olsa da okurken kılavuzu karga olanı burnu biiip'den çıkmazmış lafını hatırlamanızı öneririm.

Öncelikle hayata ve dolayısıyla bu döneme her zaman iyi yönlerden yaklaşılmalı diye düşünüyorum. Polyanna'yı utandırır derecede pozitif olmak önemli. Zira aradığınız güç içinizdeki neşede ve enerjidedir. Her gün daha iyi bir demogog ve müzakereci olduğunuzu hissedeceksiniz. Bütün sosyal fobilerinizi yeneceksiniz. Dahası mesleğiniz pazarlamacılık, animatörlük ya da akrobatlık değilse bunları da hakkıyla yapmayı öğreneceksiniz. Kazanacağınız demogoji ve pazarlık yetileri sayesinde esnafın en sevmediği müşteri olacaksınız...

İşte kılavuz.. 

"Seni seviyorum" sözünü dışarıda tutarak bazı şeylerin çok fazla söylendiğinde anlamını yitirdiğini düşünüyorum. "Hayır" da bunların başında geliyor. Özellikle çocuğa sıklıkla söyleniyorsa anlamsızlaşıyor maalesef. Bir yandan da çocuk açısından düşündüğümde oldukça mantıklı geliyor bu durum. "Hayır" lafını sıkça işiten bir çocuk içinden şunu söylüyor olabilir: Ohooo arkadaş, ne yapsak hayır diyor. En iyisi takmadan yoluma devam edeyim ben. 

Buna karşın, sınırları genişletip mümkün olduğunca hayır dememeye çalışmak, ufak bir hayır listesi oluşturmak ve hayır demeden önce kafada bir çeşit bilanço yapıp kayıpları ve kazançları değerlendirmenin daha iyi olduğunu düşünüyorum. Zaten eğer birşeye hayır dediyseniz ve yüreğinizin kıyısında aslında bir zararı da yoktu gibi en ufak bir tereddüt varsa; küçük canavarınız, gözünüzün taaa içinden o ufacık şüphe kırıntısını görecek ve ısrarcı olacaktır. 

O yüzden olumsuz cevap yerine dikkat dağıtmak en iyi çözüm:

Şöyle abatılı bir tepkiyle; Aaaaa bak camın önünden kocaman bir kuş geçti gördün mü?
Aaaa şuradaki bir kedi mi? diye sormak..

İş vermek.. Hadi şunları birlikte içeri götürelim. Şurayı süpürür müsün tatlım..  Ya da eline hemen bir toz bezi tutuşturup hadi şurayı silelim...

Veee sizin için zorlayıcı olabilecek ama bir o kadar eğlendirici olan şarkı söylemek..

Banyoda şampuandan, sabundan utanıp kendi kendinize bile şarkı söylemekten çekinen bir insan mısınız?  O günler çoook geride kaldı. Şarkı söylemenin dikkat dağıtma üzerindeki gücünü keşfedince markette, pazarda, yolda, belde size doğrulmuş bakışlara aldırmadan içinizdeki sanat güneşinin doğduğunu hissedeceksiniz. Çok da eğleneceksiniz. Küçük canavarın isteği üzere tekrar tekrar aynı şarkıyı söyleyeceksiniz. O da öğrenecek ve hep birlikte söyleyip daha da keyif alacaksınız.

Bu arada tabi ki; hayır denecek şeyler olacaktır. Bunda da istikrarlı davranıp, bütün ısrarlara ve tacizlere karşın verilen karardan dönmemek önemli. O zaman kelime anlamını yitirmemiş oluyor ve ileriki dönemlerde hayır denen birşeye yapılan ısrarcılık azalıyor diye düşünüyorum. Bunun dışında hayır listesinin hiç bir zaman istisnası olmamalı; çünkü çocukların en anlamadığı şey bu. Bir kez müsaade edildi mi her zaman olabilecek zannediyorlar. 

Başka bir nokta da bu dönemde sıklıkla duyacağınız "Ben yapcam" lafı. Buna en güzel çare herhalde o sormadan zaten yapabileceği bütün işleri sen yap demek. Hem de sorumluluk duygusu aşılamak için birebir. Örneğin, giyinirken "ben kendim giycem" diyorsa ve acele dışarı çıkmanız gerekiyorsa etek ya da hırka gibi giyebileceği kolay kıyafetleri bunları sen kendin giy ben de çorabını giydireyim şeklinde bir yaklaşım hızla giyinmenizi sağlayabilir ya da vakit var ve kendiniz ağır ağır hazırlanmak istiyorsunuz. O zaman bütün kıyafetleri önüne koyup hadi kendin giy bakalım deyip mücadele etmesine izin vermek sizin için zaman kazandırıcı, yavrunuz için öğretici olabilir.  

Birlikte oyun oynamak, şarkı söylemek ya da resim yapmak çok zevkli ama zavallı anne ya da baba biraz olsun nefes almak istiyorsa su ile oynamak çıkan dağınıklığa aldırmazsanız harika bir oyun fikri; fakat elektronik aletler, kumandalar, telefonlar kalksın; çünkü aklına şunları da suya koysam nasıl olur acaba fikri gelebilir. Su ile oynamanın ayrıca çocuklar ve bebekler üzerinde bir nevi meditasyon etkisi var. Rahatlamalarını ve konsantrasyon güçlerinin artmasını sağlıyor. Yani bir taş ile iki kuş vurmuş oluyorsunuz. Koca bir tencere su ve içine suyla oynayabileceği oyuncaklar.. Yalnız içmesuyu koymak iyi olur; çünkü oynarken bolca sudan içiyorlar. 

İki yaş bebesi inatçı olmanın yanı sıra oldukça hareketlidir. Kedileri bile kıskandıracak derecede hızlı ve atiktir aynı zamanda. Bu yüzden, bir alışveriş merkezine ya da IKEA gibi herşeyin meydanda olduğu bir yere giderken kendinizi spor salonuna gidermişcesine hazırlayın. Ayrıca, çok yoğunum bir spor salonuna bile gidemiyorum diye üzülmeyin. Hatta spor salonuna vereceğiniz parayı buralarda harcayın. Hem alışveriş yapın hem forma girin. Oradan oraya koşan çocuğunuzun peşinden koşun ısının, kondisyon yapın! Ağır şeyleri mi çekiyor, alın size ağırlık kaldırma! Kırılacak şeylere uzanmışken son anda mı yetiştiniz? Bu da esneme hareketleri! Eve dönüş yolunda spor salonuna gitmiş kadar yorgun değilseniz bana da kaygısızanne demesinler!!

26 Eylül 2012 Çarşamba

Bir uyku eğitimi hikayesi: Duru'yu nasıl uyuttuk?

Öncelikle belirteyim ki; uykusuna son derece düşkün bir insanımdır. 100 yıl uyusam, beyaz atlı prens gelse (her halde prens bu durumda eşim oluyor ) beni uyandırmak istese 5 dakika daha uyuyayım derim. 

Uykuculuğunda verdiği endişeyle hamileyken sıklıkla "Hadi bakalım uykusuz gecelere hazır ol!" sözlerini duyup tüylerim diken diken olurdu. Annelikle uykusuzluğun bağdaştırıldığı bu düzene aklım hiç ermedi. Uykusuz ve sinirleri yıpranmış bir annenin yavrusuna ne kadar faydası olabilir ki?

Neyse ki; araştırmacı gençliğin en iyi örneklerinden olan eşim bir numaralı uyku ekolü olan Tracy Hogg ve Bebek Bakım Sorunlarına Mucize Çözümler kitabını keşfetmekte geç kalmadı. Diğer süslü püslü bebek bakım kitaplarına zıt, oldukça sade bir şekilde saman kağıdına basılmış olan bu kitabı ikimizde okuduk ve gerçekten çok şey öğredik. 

Böylece, hamileyken tanıştığım Tracy Teyze (evdeki adı bu) sayesinde çok fazla uykusuzluk çekmedim. Belirli bir düzeni oturtmak için sosyal hayattan çok ödün verdik, zaman ve emek harcadık ama yaptıklarımıza değdi. 

Tracy Teyze, bebeklerin saat kavramı olmadığından gün içindeki aktiviteleri (beslenme, temizlik, uyku gibi) belirli bir düzen ve rituel halinde yapmamızı yani bir rutin oturmamız gerektiğini söylüyor. EASY denilen bu düzen yeni doğan bebek için gündüz 3'er saatlik sonra bebeğin ayakta durma saatlerinin artmasıyla 4'er saatlik Eat, Activity, Sleep, Your Time yani beslenme, aktivite, uyku ve sizin zamanınız şeklinde döngüler olarak karşımıza çıkıyor. Akşam 7'den sabah 7'ye de uzun uykuyu öngörüyor. 

Teyzemiz ilk dönem için bebeğin beslenme, temizlenme ve agu bugu yapma saatini 1,5 saat olarak belirlemiş ardından 1,5 saatlik uyku geliyor. 10-15 dakikalık sapmalar önemli değil; ama bebek kaptırıp 2-2,5 saat uyursa müsaade etmiyoruz; çünkü 3 saatlik döngülerimize sadık kalmamız kritik nokta olan gece uykusuna geçişi kolaylaştırıyor.

Ayrıca, Tracy "Gündüz az uyudu gece iyi uyur. Geç yatıralım geç kalksın." klişelerini yerle bir etmiş. Bunların çocuğun gereğinden fazla yorulmasına ve uyarılmasına neden olup uykuya geçmesini zorlaştırıcı etkenler olduğunu belirtiyor. Gerçekten de kendimden yola çıkıp çok yorgun olduğum zamanlarda ya da yatmadan hemen önce izlediğim bol aksiyonlu bir filmden sonra uyumakta zorluk çektiğimi düşünüyorum. Bunun aksine, dingin ve sakin geçen bir günün ardından mis gibi bir uyku geliyor. 

Gece uykusuna geçerken mutlaka bir rutinin takip edilmesi ve özellikle bebeğin karnının tok olması kendi deyişiyle deponun dolu olması gerektiğini söylüyor. Biz, nasıl gece yatmadan önce pijamalarımızı giyip, dişlerimizi fırçalıyıp, lambaları söndürüyorsak bebek için de kendine uygun belirli bir rutinin takip edilmesi, saat kavramı olmayan bu küçük canavarın, uyku saatinin geldiğini anlamasına yardımcı olacağını dile getiriyor.

Buna ek olarak, bebeklerin de bizler gibi uyku döngüleri var ve bunun neticesinde 35-45 dakika arasında değişen sürelerde uykuları hafifliyor. Örneğin emerek, annesinin memesinde uyuyan bir bebek 35-45 dakika sonra uykusu hafifleyince kendini annesinin memesi yerine yatakta görünce basıyor yaygarayı. Bu durumu kendi açımızdan şu şekilde düşünebiliriz: Gece normal döngü neticesinde uykumuz hafifleyip uyandığımızda kendimizi yatağımızda değil de salondaki koltukta uyuyor bulursak oraya nasıl geldiğimizi anlamayız ve uykumuz kaçar. Demek ki bebeğin yatağındayken uykuya geçmesi gerekiyor ki; gece uykusu hafiflediğinde tekrar kendi kendine tekrar uykuya geçebilsin. Bu birinci kritik nokta!  

İkinci kritik nokta özellikle küçük bebekler için geçerli: Depoyu fulletmeden uyumaması lazım. Örneğin emerek memede uyuyan bir bebek tam karnı doymadan uykuya daldığı için kısa bir süre sonra tekrar uyanacaktır. Oysa, karnı ne kadar tok olursa o kadar uzun uyuyacak.

Buraya kadar takip edebilmişseniz hamileyken bunları anlattığımda çevremden edindiğim deneyimlerimden şunu dediğinizi duyabiliyorum: Siz bunu becerin ya da becerdim deyin ben de alnınızdan öpecem!! 

Ve hemen alnımı uzatıyorum.... :)

Kitabın uyku bölümünü özetlemeyi burada bırakıp teoriden pratiğe dönerek geceleri nasıl mışıl mışıl uyuduğumuz konusuna geleyim. Öncelikle çok şükür kolik vs gibi bir problemimiz olmadı. Bu açından işimiz  kolay oldu.

Yalnız, hile yapmayayım, gündüz üçer saatlik sonra da 4'er saatlik döngüleri tam yakalayamadık ama kesinlikle uyuyan çocuk uyandırılmaz demedik. Baktık akşam uyku saati geliyor ama Duru hala horul horul uyuyor. Düzeni bozulacak diye düşünüp hemen uyandırdık. Geceleri de seyahatler, hastalıklar, diş vs dolasıyla kendi kendimize bozduğumuz ve yeni adetler edindiğimiz kısa dönemler dışında pek sorun yaşamadık. 

Öncelikle, Tracy'den gelen bilgiler ışığında eşimle ben en kurumsal şirketlere bile taş çıkartacak şekilde örgütlendik. 

Şuanda (22. ayda) rutinimiz şu şekilde: Uyku saati (20:30-21:00 arası ) gelince önce ışıklar kısılıyor, televizyon izlemediği için zaten açık olmuyor. Müzik açıksa kapanıyor. Biz de alçak sesle konuşmaya başlıyoruz. Hadi bakalım oyuncaklarımızı toplayalım diyoruz. Bazen istemiyor ama ona yardım edip mutlaka oyuncaklarını toplamasını sağlıyoruz (Oyuncak toplama işini rutinimize 17. ayda ekledik). Sonra oyuncaklara, kitaplara ve varsa evdeki misafirlere iyi geceler diyoruz. Herkes uyuyacak artık, attalar falan kapandı. Beyanatımız bu şekilde! Sonra doğru banyoya. 

Duru, doğup göbeği düştüğünden beri aşı olduğu bazı zamanlar hariç, hasta olduğu zamanlar dahil, gece yatmadan evvel mutlaka banyo yapıyor, masajlanıyor. Masaj sırasında odada gayet zen ortamı var. Sessiz.. Işıklar loş.. Sonra iyi geceler diliyorum. Yatağına yatırıyorum. Dönencede artık sadece müziği açıyorum. Üstünü örtüyorum ve su veriyorum. Dalıncaya kadar odanın beni göremeyeceği bir yerinde oturuyorum; çünkü tekrar su isteyebiliyor veya üstünü açıyor battaniyesini verip yap diyor. Üstünü örtmemi istiyor yani.. Ve kendi kendine uykuya dalıyor. 

Peki bu noktaya nasıl geldik?

İlk 6 ay, Duru yatmadan önce son beslenmesini mutlaka anne sütünü sağarak biberonla yaptık. Böylece yatmadan evvel ne kadar süt içtiğini biliyorduk. Ayrıca, bu şekilde  gece gündüz ayrımını yapması daha kolay, beslenmesi daha rahat ve uykuya geçmesi daha zor olduğu için karnını iyice doyurduğundan emin olduk. Bazen biberonu bitiremeden daldığı oldu ama çoğu zaman hafif hafif uyku moduna geçtiği için tam uyumadan gazını çıkarıp yatağına yatırdık ve dönencesini açtık. Tabi o da poposunu dönüp hemen uyumadı. Biraz ağladı. Ağladığı zaman kucağımıza alıp Tracy'nin ünlü şşşt pat yöntemi ile sakinleştirdik.

Şştt pat yöntemini şöyle açıklayabiliriz: Bebeği yaklaşık 3 aylık oluncaya kadar sakinleştirmeye yarayan bir yöntem. Bu döneme kadar bebekler aynı anda sadece 2 duyularını kullanabiliyor. Siz ağlayan bebeğinizi kucağınıza alıp kulağına ufak ufak şşş dediğiniz ve sırtına hafif hafif pıt pıt vurduğunuzda zaten işitme ve dokunma duyusu çalıştıran bebek ağlamayı kesiyor. 

Açıkcası %100 işe yaradığını söyleyemem ama çoğu zaman bebeği sakinleştirdiği bir gerçek. 3. aya geldiğimizde doktorumuz bizi uyku eğitimi konusunda uyardı. Sonradan çok problem olur şimdi tam zamanı dedi. Zaten hevesli ve bilgiliydik ama konuya daha çok eğildik.  

Anneanne, babaanne, dede, teyze, amca gibi bütün aile büyüklerinden itinayla fırçamızı yedik. Akşamları sosyal hayatı sıfırladık. Şehirdışından gelen misafirleri, geldiğine bin pişman ettik. Ama başardık. Açıkcası biraz gözyaşı döktü. Ama hiçbir zaman bebeği ağlatmaya ve kendi kendine sakinleşmeye öğretmeye dayalı olan Ferber yöntemi gibi yapmadık. Biraz şans verdik. İçimizden 100'e kadar saydık. Sakinleşmediyse gittik sakinleştirdik. Böyle böyle kendi kendine uyumayı öğrendi. Gece uyanmalarımız bir süre devam etti; ama bunlar hep açlığa dayalı uyanma oldu. Aynı şekilde akşam yatmadan evvel hazır tuttuğum biberondaki anne sütünü hızla ısıttım. Eşim de benimle birlikte kalktı o da o sırada bebeğin altını değiştirdi. Besleyip yine dönence eşliğinde yatağında uyumasını sağladık. Bir süre sonra zaten gece belirli sebepler dışında uyanmaz oldu. 

Hastalık ve diş çıkarma dışı günlerde Duru gece uyanınca artık biliyorum ki üç sebep olabilir: Kötü rüya, susamış ya da üşümüş. Onda da üstünü örtüp ya da su verip hadi bakalım uyuyalım ben de uyuyacağım diyorum bazen müziği de açıyoruz dönüyor poposunu uyuyor ve sabah herkes enerjik ve mutlu bir şekilde kalkıyor! 
Yaşasın uyku uyumak!

16 Eylül 2012 Pazar

Atatürk'ün Çocukları

Bir anneyi evladının yaşına, cinsiyetine, ailenin eğitim ve ekonomik düzeyi gibi değişkenlere bağlı olarak kaygılandıran bir çok konu vardır. Yeni doğum yapmış bir anne bebeğini yeterince besleyip besleyemediğinden kaygılanır. Aradan 20 yıl geçer yemek ile ilgili endişeler azalmıştır, bu sefer üniversite bitince ne olacak bu çocuğun hali diye kaygılanır. Aradan 20 yıl daha geçer bu sefer 40 yaşına gelmiş çocuğu için bambaşka konular ile ilgili olarak kaygılanır. Ta ki ölünceye kadar içindeki o ufak sızı geçmez.  

Bir de annenin evladıyla ilgili olarak hiç kaygılanmadığı konular vardır. Bu nefes almak, yemek yemek, su içmek gibidir. Çocuğun doğasında vardır, eğitiminin köklerinde vardır. Annesi, bu konuyla ilgili olarak en ufak endişe duymaz. Ne olursa olsun içi rahattır ve çocuğuna güvenir.

Yaşadığımız günlerin çok endişe verici olduğu aşikar. Atamızın izleri bir bir silinmeye çalışılıyor. Evlatlarımıza bambaşka bir eğitim sistemiyle bambaşka fikirlerin aşılanmak istendiği ortada. Daha kalem tutmayı, A B C'yi yeni öğrenecek bir bebeyi siyasete bulaştırıp önüne başbakanın resmini koymanın nasıl bir anlayışın ve megolamanyanın neticesi olduğuna aklım ermiyor. 

Benim de çocuğumun büyüyüp, okulun ilk günü benzer bir resim ile karşılaşması ihtimali tüylerimi diken diken ediyor. Kaygılanıyorum...

Bir yandan da içim o kadar rahat ki.. Biliyorum ki daha 2 yaşına bile gelmeden nerede resmini, büstünü görse Atamızı tanıyıp "Atatürk!" diye bize gösteren evladım, zaten okula başladığında Ata'sını çoktan tanımış olacak. O zamana, varsın O'ndan tek kelime bile etmesinler, bütün kitaplardan kaldırsınlar resimlerini, bütün resimlerini indirsinler, benim evladım bilecek zaten Ata'sını, tanıyacak, onun ilkelerini takip edecek. Bu sevgi, bu saygı onun damarlarında akan kanda, bütün hücrelerinde var.  

Atamızın bir sözünü hatırlıyorum. "Gençliği yetiştiriniz. Onlara ilim ve irfanın müspet fikirlerini veriniz. Geleceğin aydınlığına onlarla kavuşacaksınız." Siyasetin bu derece bulaştırıldığı eğitim sistemimizde bu ne kadar yapılır artık emin değilim; ama benim yavrumun zaten bu anlayış ile, hayattaki en hakiki gerçeğin bilim olduğu fikri ile büyüyeceğinden eminim. 

Varsın bayramlar kutlanmasın, gönlümüzün bayram coşkusunu da çalamazlar ya..

Varsın bütün izleri tek tek silmeye çalışsınlar.. Çalışsınlar diyorum; çünkü böyle küçük insanların onca çaba ve imkan ile bile böylesine büyük bir insanı silmesi mümkün değil. Kalbimizdeki ve beynimizdeki izini de silemezler ya..

İnanıyorum ki; bizim yaptığımız gibi bu bilinçle büyüyen evlatlarımız da milli değerlerimize ve Ata'mıza sahip çıkacak ve zamanı geldiğinde yapılan bu saygısızlıklara bir tokat gibi karşılık verecekler. 


Ne mutlu bize ki Atatürk'ün çocuklarıyız!

12 Eylül 2012 Çarşamba

"Yardımseverlik!?!?!"

"Sıcakkanlılığımızla ve yardımseverliliğimizle" diyeyim artık övünen bir millet olarak bazen sınırları aştığımızın ve karşımızdakinin özel hayatına müdahale ettiğimizin; hatta çevremize oldukça rahatsızlık verdiğimizin farkında olmuyoruz. Bunu, semtimizdeki market, pazar, eczane gibi alışverişlerde Duruyla yaşadığımız tecrübeler neticesinde yazıyorum. 

Semtimizin teyzeleri, yeni annelere öğütler vermeye ve çoğu zaman onları azarlamaya pek meraklıdırlar. Bazen öyle ileri giderler ki; yaşlılara saygıdan soğuturlar insanı.

Küçük bir kısmı bebekle ya da sizinle muhattap olmaz. Uzaktan sevip maşallahlar, nazar duaları ile çocuğunuza okuyup üflerler. Göz göze gelirseniz gülümseyip selam verirler. Bu iyi niyetli teyzeleri pek severim.

Bir de diğer grup vardır ki; zevkle ve neşeyle çıktığınız bir market gezisinde modunuzu bir anda düşürebilirler. Sınırı aşmak üzere olduklarının farkında; ama bir takım samimiyet ve iyi niyet gösterileriyle kendilerini mazur göstermeye çalışan bu teyzeler, çeşitli fikir beyanlarında ve önerilerde bulunurlar. Hatta size söyleceklerini kızım sana söylüyorum gelinim sen anla misali bebeğe söylerler.. 

Kibarca ve anaç bir tavırla "Ah yavrum üşüdün mü sen?" ; "Aman ne tatlı maşallah.. Rüzgar dokunmasın?" ; "Ay bacağın açılmış canım benim örtelim mi?" ; "Hava da çok güneşli ama…" ; bebek kangurudaysa "Yavrum rahat mı o orada?" gibi... Saygısızlığa kaçmadan ama gösterilen samimiyetten de cesaret alınarak "yok yok" ; "ihi ihi" ; "hııııı" ; "yok birşey olmaz teyzecim"  gibi çeşitli anlamsız sesler, ünlemler ve gevelenen cümleler ile bertaraf etmeye çalışırsınız.

Bunu sınırı aştıklarının farkında bile olmayan, nezaketten payını almamış teyzeler takip eder. Yediğiniz fırçanın etkisiyle parlayıp, markete bir yıldız gibi doğarsınız. Önemli olan tek şey çocuğun durumudur ki; kuşkusuz onu da en iyi, sizi ya da bebeğinizi tanımayan, hatta hayatında ilk defa görmüş olan o teyze bilir!  

"Kızım bu havada çocuk dışarı çıkar mı?" ; "Tövbe tövbe bu yağmurda çocukla ne işin var dışarıda?" ; "Sen kendini anne mi oldun zannediyorsun şimdi?" kangurudaki bebek için "Ay çocuk boğulacak!" gibi feryat figan zerzenişlerde bulunurlar. Bu teyzelerin hepsine karşılık vermek elbette mümkün değildir; ama ara sıra sarfedilen "eee teyzecim ne yapayım sebzeler eve koşarak gelmiyor ya" gibi isyankar cümleler ile sınırlarınızı çizersiniz. 

Bazen, söz konusu bu teyzelerin yanında beyleri de bulunur. O da kendince bebeği sever ve mazallah bebeğin elleri falan hafif serinse, size de söylemezler bu derin sıkıntılarını.. Sanki bebeği giydiren oymuş gibi hanımlarına seslenirler "Hanım, bunun eli çok üşümüş!"

Size verilen öğütleri dinlerseniz şu sonuçlara ulaşırsınız: Kanguru çok tehlikeli, vazgeçin. Çocuğu hep kalın giydirin. Hava yağmurluysa veya rüzgarlıysa ya da güneşli ve hafif sıcaksa dışarı çıkmayın. Hele karlı bir günde evde bunalıp temiz hava almak için dışarı çıkmışsanız sizden kötü anne yoktur. Aklınızı başınıza toplayın ve çocuğu hemen anneanne, babaanne falan bir aile büyüğüne, aklı selim bir insana teslim edin. Eğer Ankara'da varsa; yağmur ya da kar yağma ihtimalinin olmadığı rüzgarsız ve güneşsiz bir günde  dışarı çıkabilirsiniz. Bu da yılda  ancak 10-15 güne tekabül eder ki; çocukla dışarı çıkmak da ne gereksizdir. Zaten oyun parkları da o teyzeler otursun çekirdek çitlesin diye var. Öyle değil mi?

Kriterlere uygun giydirilmiş Duru.
Yalnız üstüne kalın bir pike örter insan çocuğun!

11 Eylül 2012 Salı

Anne Bana Televizyon İzletme!!

Özellikle son yıllarda psikologlar, ısrarla çocuklar için televizyonun zararları üzerinde duruyor ve ebeveynleri bu konuda uyarıyor. Bakıcı kadın sendromu da denilen bu durum, fazla televizyon karşısında duran çocuklarda konuşmada gerilik, dikkat dağınıklığı, çevreye karşı duyarsızlık gibi bir çok olumsuzluklar şeklinde karşımıza çıkıyor.
Televizyondaki karakterler ile kendini özdeşleştirme ve adeta televizyonun içinde kaybolma dışında ekrandan bir saniye içerisinde akan görüntü sayısı da çocukların (frame per second) algılarının olumsuz yönde etkilenmesine neden oluyor. Uzmanlar, günde en fazla yarım saat  televizyon izlenmesi gerektiğini mümkünse hiç izlenmemesinin daha iyi olacağını savunuyor. 

Şuanda çocuğu büyümüş olan ve küçükken çocuğunun televizyon izlemesine izin vermiş bazı anneleri duyar gibiyim.. "aman biz izlettik hiçbir şey olmadı!" Ne yazık ki bu annelerimizin çocuklarının kötü etkilenmemiş olması genelleme yapmak için uygun bir durum değil. Araştırma sonuçları ortada.  


Geçtiğimiz günlerde markaanne'de "1 Çocuk 1 Televizyon" adlı yazıyı okuyunca tüylerim diken diken oldu. Kışın kötü geçmesi ve çocuğa bakan anneannenin, anneanne yüreği ile üşür endişesiyle bütün kış çocuğa evde bakması neticesinde, çocuk sabah 7 akşam 7 televizyon izlemeye başlamış ve ebeveyn, 2. yaşgününde çocuğun otizm riskine girdiğini öğrenmişlerdi. Anne-baba hemen önlemlerini almışlardı ama normal çocuklar gibi yaşıtlarıyla iletişime geçip, oyun oynamaya başlaması için fazladan emek ve zaman sarfetmişlerdi.


Duru, 20 aylık oluncaya kadar televizyon ile hiç tanışmadı.  Zaten akşamları 20:30'da uyuduğu için bizimle olduğu sürece açmadık. Gittiğimiz yerlerin çoğunda da bu konuda bize yardımcı oldular. 20 aylık olduğunda ağır bir hastalık geçirdi ve günde 4 defa nebulizer ile buhar alması gerekti. O zaman buharı iyi bir şekilde alabilmesi için biraz müsaade ettik. Daha sonraları doktoruna da danışarak ara sıra günde en fazla 20 dakika izlemesine izin verdik. Örneğin, bir hafta-10 gün hiç televizyon izlemediği oluyor; ama bazen kriz durumunlarında dikkat dağıtmak ve konuyu değiştirmek adına biraz televizyon izlemesine izin veriyoruz.

Bu konuda çok uzun zaman idealist davranıp; hiçbir zaman televizyon izlemesine izin vermedikten sonra Duru'nun gelişimine olan faydası dışında da bazı ekstradan meyvelerini topladığım oldu. Örneğin tatile gittiğimizde, çok hareketli olan ve iki dakika yerinde tutmakta zorlandığım Duru'ya sakince yemeğimi yiyebilmek adına verdiğim yarım doz televizyon bizi epey rahatlattı. Her zaman izleyemediğinden Duru için iPad'den çizgi film izlemek veya iPad'de oyun oynamak harika bir alternatifti. Tam bir kaygısız anne olarak tatil süresince televizyon prensibimizden biraz ödün verdiğimizi itiraf ediyorum; ama fedakar ve cefakar anne modundan biraz sıyrılıp tatilci anne moduna geçmek ve biraz olsun rahatlamak lazım ara sıra değil mi?

Yine de idealismi bir kenara bırakırken, ipleri tamamen kaçırmadık ve ne izleyeceğini dikkatle seçtik. Rio, Oyuncak Hikayesi, Nemo gibi animasyonları tercih ettik ve parça parça izlemesine izin verdik. bunları izlerken çok da eğlendi. Pepee ve Caillou'lara girmedik. "Çok eğitici programlar var. Çocuğunuz televizyon izlerken öğrensin" fikrini benimsemem zor. Biz Muhteşem Yüzyıl'i izlediğimizde tarihi ne kadar öğreniyorsak; bu "eğitici" programları izleyen çocukların da ancak o kadar birşeyler öğrenebildiğini düşünüyorum. Televizyon, özellikle de şu devirde, hiç kimse için bir eğitim aracı olamaz. 

Nebulizerden buhar alırken ilk televizyon deneyimini çok eğitici olduğu söylenen Pepee ile yaşayan Duru'nun Pepee'den hiç bir şey öğrendiğini görmedim. Üstelik, sürekliliği olduğu için bağımlı hale gelmiş, günün her anında Pepee'yi sorar olmuştu. Oysa ki bir animasyon filmini parça parça izlerken, bittiğinde "bittiii" deyip kendisi kapatıyor.

Bu arada tatil dönüşü televizyon konusunda eski prensiplerimize geri döndük tabi ki. Oynayacak o kadar oyun, boyanacak o kadar defter varken kim ister televizyon izlemeyi!



Huşu içinde Oyuncak Hikayesi'ni izleyen Duru..
    




    





6 Eylül 2012 Perşembe

Bebekle Uçak Yolculuğu..


Duru henüz iki aylık olmamıştı ki birlikte ilk uçak yolculuğumuzu yaptık. Sanki son anda çıkabilecek aksilikleri erkenden gidip beklemek çözermiş gibi havaalanına 2 saat önceden gittik, bekledik.. Kulak tıkanmalarına karşı emzik, anne sütü dolu bir biberon, diğer yolculara maksimum rahatsızlık verebilecek renkli ve müzikli oyuncaklarımızla çok hazırdık yolculuğa. Böylesine temkinli olmak kendi içimizde bizi gururlandırmıştı. Çocuksuz bir çiftken, telaşla uçağa binen çocuklu aileleri hatırlayıp plansız olmayacaksın kardeşim, bak bize diyorduk.
Artık uçağa gidelim ağır ağır derken bir hıçkırıkla başlayan aksilikler silsilesi oldu. Hıçkırığı geçirmek için koşa koşa emzirme odasına gittik. Ama sürekli yapılan anonslar Duru'yu tedirgin ediyor, emmiyordu. Tam emmeye karar verdiği anda artık korkudan mı bilmem bir güzel altına yaptı. Problemler bir iken iki oldu. Eşim geldi gitmek lazım dedi. Altı kaka dolu, hıçkıran Duruyla bakakaldık. Gitmeye hiç hazır değildik. 

Aslında eski usüllere çok karşı olan ve sürekli etrafla bu konuda takışan biri olarak hıçkırığı kesme konusundaki eski usülü yani bir çay kaşığı limon suyu vermeyi çok benimsemiştik önceleri. Sonra doktorumuz, aman asitli o, çocuğun boğazı yanar napıyorsunuz deyince, kendi kendimize biraz tuz bir de tekila verelim tam olsun diye dalga geçtik ve hemen vazgeçtik; fakat o anda, ufacık emzirme odasında, anonslar arasında, altı kaka dolu bir bebeyle kaygısız anneliğim tutmuştu ve tek düşünebildiğim nereden limon suyu bulabileceğimizdi. 

Limon mucizesi ve geniş çaplı bir temizlikten sonra uçağa doğru koşmaya başladık.  "Petek ailesi için son çağrı" anonsuyla puset, bebek çantası, kol çantası, kolumuzdan sarkan pike ve paltolarla cevat kelle modunda koşarken anladım ki; bebekle temkinli davranıp herhangi bir yere iki saat önceden gitmenin son dakika aksaklıklarında hiç bir faydası yok!

Duruyla uçak yolcuklarında öğrendiğim başka birşey ise çoğu zaman istenmeyen yol arkadaşı olduğunuzdur. Uçağın koridorunda bebekle ilerlerken oturan insanların surat ifadelerinin kameraya alınması gerektiğini düşünüyorum. Rahat rahat oturup, çayını içip, sandvicini kemirmek sonra belki 5-10 dakika kestirmek varken, zavallı kulakları rahatsız olduğu ve sıkıldığı için sürekli ağlayan ve karşısındakinin üstüne kusma potansiyeli olan bir yol arkadaşı ihtimali önce endişe dolu bir surat ifadesi getirir. Sonra yanlarından pas geçince ancak Jim Carrey'nin becerebileceği hızda bir rahatlama ve derin nefes ifadesine bırakır yerini..  

Duruyla sonraki uçak yolculuklarımız "hijyen" ve hıçkırık açısından problemsiz olsa da 8-15 ay arası her yolculuktan sonra bir daha tövbe bir yere gitmem yeminleri ettirir derecedeydi. Sıkılan ve bulunduğu yeri dar bulan yavru önce biraz olduğu yerde tepişiyor sonra öndekinin saçına sardırıyordu. Önümüzdekinin kel olması problem çıkmayacağı manasına gelmiyordu tabi. Bu sefer de anlamsızca parlayan kafaya çocuğun bir şaplak atası geliyordu. Bunalan kaygısız anne de bu eğlenceye katılmamak için kendini zor tutuyordu..

Uzun bir süre uçağa binmedikten sonra (artık yemin ettiğimizden midir nedir bilmem.. ) Ağustos ayı içerisinde 3 haftada 4 uçuş yapacak bir tatil programı yaptık. Üstelik bunların ikisini babası olmadan Duru ve ben yalnız yapacaktık. 


Yanımıza, kulak tıkanmalarına karşın özenle hazırladığımız atıştırmalıkları, daha uzun süre oynasın diye önceden görmediği yeni oyuncaklarını almamıza rağmen, tırnaklarımı kökünden yiyebilecek kadar endişeliyken, Duru uçakta kendi kendine bir rutin oluşturmuştu bile. Uçağa binilir, ön cepteki dergi ve kartlar okunur ve havalanırken uyunur! İnince de enerji toplanmış ve huysuzluklardan arınılmış bir şekilde uyanılır. Böylece, bavullar beklenirken melek gibi olunur.. 

Uçak yolculuğu sorunumuzu şimdilik hallettiğimizi düşünüyorum; fakat yeni problem şu ki; Duru artık her yere uçakla gitmek istiyor. Hadi bakalım kreşe gidelim diyorum. "Uçağa bincem vuuu" diyor. 



   

Havaalanında beklerden, telefon kulübeleri en iyi dostumuz. 

Güvenlik şeridinden geri koşan ve tekrar tekrar güvenlikten 
geçmemize -görevlilerin bizi ezen ters bakışlarını tahmin edersiniz- neden 
olan Durucuğumu oyalamak için birebir. 

Nasıl Başladım..

Aslında herşey masum masum Facebook'da bazı anneler tarafında oluşturulmuş gruplardaki yazılanları okurken başladı… Sonra soru soran annelere "arkadaş, bu derdin çözümü var bak ben ne yaptım derken" iş çığırından çıktı. Çılgınca paylaşılanları takip etmeye ve kendi deneyimlerimi paylaşmaya başladım. İtiraf ediyorum çok da şey öğrendim, öğrendik.. Sonra bir baktım hepimiz uzman olmuşuz artık birbirimizi teselli etmiyoruz, birbirimizi yiyoruz resmen. Sonra bu yazıyı paylaştım belki bir çözüm olur, artık birbirimizi daha az kırarız diye:

Sevgili Anneler,
Bu sayfalarda annelerimizin soruları yayınlanıyor ve önerilerimiz soruluyor. Böyle zamanların bazılarında annelerimizden gelen eleştrilerde ve kullanılan dilde büyük ihtimal yüzyüze görüşmemenin de verdiği cesaretle kantarın topuzu kaçıyor diye düşünüyorum. 

Ben her zaman bu sayfalarda kendi deneyimlerini paylaşmaktan zevk alan bir anneyim. Ama emin olmadığım ve genelleyemeyeceğim zamanlarda kesinlikle bunu yapmanızı öneririm demem. Sadece ben şöyle yaptım derim. Bana yapılan bir öneriyi de uygularken kendi süzgecimden geçiririm; çünkü herkesin evladıyla iletişimi, karakteri ve aile düzeni farklı. 

Benim ve çocuğum için son derece normal gözüken bir durum başka bir çocuk için travmatik olabilir. Deneyimlerimi paylaşırken de bunu okuyan annelerin bu bilinçle okuduğunu varsayarım. 

Zaten çocuk büyütmenin tek yolu, tek doğrusu olsaydı bir doğrular kitabı ya da kullanım kılavuzu olur herkes ona göre büyütürdü çocuğunu değil mi?

Kendim değişik çözümlere açık biriyimdir. Uyku eğitiminde birkaç damla gözyaşı ya da memeden kesmede bir iki kez kusmanın benim evladım açısından bir sorun teşkil etmeyeceğini biliyorum. Uykusunu alamamış sinirli bir anne ya da emzirmeyi bırakmak isteyip bunalmış, gözyaşları içindeki çocuğunu çaresizce ikna etmeye çalışan bir anne olmaktansa bu sorunları kısa zamanda çözüp rafa kaldırmış bambaşka bir gündemle çocuğunu eğlendirmeye ve eğitmeye çalışan bir anne olmayı tercih ediyorum. Odtü mezunu yüksek lisansını tamamlamış eğitimli ve araştıran da bir anneyim. 

Bazen de böyle, "uç noktalarda" diyeyim artık, oluşmuş yaşanmışlıklarımı paylaştım ve netice olarak çok sevdiğimiz doktorumuzun doktorluğunun sorgulanmasından, ay bayılacamlara, tüh tüh yazıklara, bana örnek gösterilen hadislere kadar örneklerle karşılaştım. Hatta biri affedersiniz manyak mısın diye sormuştu. :) Kendim dışında da bazı annelerimizin de böyle durumlarla karşılaştığını gördüm. 

Şimdi şunu soruyorum: Hoşgörü abidesi annelerimizin bile birbirlerinin fikirlerini acımasızca eleştirdiği, evladına gösterdiği hoşgörünün onda birini bile başkalarına göstermediği bir toplumda genel olarak hoşgörü ve anlayış beklemek çok da ütopik değil mi? Böyle mi çocuk yetiştiriyoruz? Öyle ise daha çok evler de yanar insanlar da… Sevgiler..


Bunun üstüne yazımı takdir eden de çıktı ama sen böyle dedin ben şöyle dedim diye tartışan da.. En organik anne benim konulu bu tartışmalara artık girmeme kararı aldım. Ama kendimi tutamayacağımdan korktum gruplardan çıktım. Alışmış kudurmuştan beterdir misali yazmadan duramaz oldum ve sonra kendi cumhuriyetimi kurdum.. 

Kaygısız annenin aslında oldukça kaygılı ve telaşlı ama daima kendini teselli etmeye çalışan cumhuriyetine hoşgeldiniz..